Yazmalı insan, paylaşmalı

Dönüp dolaşıp aynı konuda yazmak istemiyorum blogumda. Ama savunduğum bir gerçek var ki, paylaştığımız şeyler yalnızca tam tadında lezzetler, ayağımızın tozuyla dönülmüş uzaklar,  zafer sarhoşluğuyla anlatılan başarılar olmamalı. Hayatımızı etkileyip ders alarak üstesinden geldiğimiz en kötü anlar da anlatılmalı. Anlatılıp paylaşılmalı ki; “acaba ben de?” diye titreyen yüreklere ışık olsun, “evet, sen de!” diye yüreklendirsin; “ben yapabildiysem sen de başarabilirsin!”

Ben en zor anlarımda hep yazdım. O anda yazmak bana yaradı; bir gün paylaşınca belki başkalarına da yarayacağına inandım. Ben yazdım, Alternatif Anne paylaştı. Bu bütün hikayenin yalnızca bir solukta anlatılabilen kısmı. Belki bir gün tamamını da yayınlayabilirim umuduyla…

Karnımda bir melek taşırken göğsümde de sinsi bir şeytanı barındırdığımın farkında değildim…

Hayat pek çok sürprizlerle dolu. Bazen en mutlu anların ardından beklenmedik üzücü olaylar yaşanabiliyor. Bazen de en içinden çıkılmaz sıkıntıların ardından bir sabah yepyeni umutlar doğabiliyor. Sevinçle korku, endişeyle mutluluk birbirinin içine geçerek şekillendiriyor hayatı. Ölümün nefesini ensesinde hissetse de insan, yepyeni bir hayatın içinde filizlendiğini bilmenin coşkusu herşeyi bir anda unutturuveriyor…

Benim hikayemde de pek çok endişe, inanılmaz tesadüfler, hayal kırıklığı, coşkuyla yaşanan mutluluk, ölüm korkusu, yoğun sevgi ve aşk; hepsi iç içe yaşandı.

Anne olmanın sorumluluğunu omuzlarımda taşıyabileceğime öncelikle kendimi ikna edebilmem 8 yılımı almıştı. Her türlü endişeyle yoğrulmuş upuzun bir bekleyişin ardından sağlıklı doğan bebeğini ilk kez kucağına aldığın andaki duygu o kadar güçlüydü ki daha o gün aynı duyguyu bir kez daha yaşamak istediğimden emindim. Yine de kızımın ona verdiğim enerjinin ve zamanın yarısıyla yetinemeyecek kadar küçük olduğuna inandığımdan ikinci bir çocuğa karar vermem pek kolay olmamıştı.

Daha önce hamileliği  yaşamış olmanın tecrübesiyle pek çok aşamayı daha rahat atlatmıştım. 28. haftada çıkan hamilelik şekerinin bir hamilenin başına gelebilecek en kötü şey olduğunu zannettim. Hayatın benim için daha ne sürprizler hazırlamış olduğundan haberdar değildim. Şeker teşhisiyle, hamilelikte elimde olmadan artan imrenme duyguma büyük bir gem vurulmuş sıkı bir diyetle şekerimi yükselten her şeye veda etmek zorunda kalmıştım. Diyet, hamileliğin sonuna kadar toplam 4 kilo kaybetmeme sebep oldu.

Hamileliğimin son haftalarında kilo kaybetmemin, yüreğimi eriten başka bir etkeni daha vardı aslında. Çünkü 32. haftadan itibaren hiç beklenmedik bir anda kendimi bambaşka bir mücadelenin içinde bulmuştum. Bu macera bir süredir göğsümde hissettiğim bir kitlenin büyük bir şans eseri uzman bir doktor tarafından muayene edilmesi ve “Bunun sandığın gibi süt bezeleriyle bir ilgisi yok. Sakın erteleme! Hemen ne olduğunun anlaşılması gerek!” diyerek gözümü korkutmasıyla başlamıştı.

Giyinirken elimle fark ettiğim bu kitleye o güne kadar çok da önem vermemiş, doktoruma bile söz etme gereği duymamıştım. Yine de bilinçaltımda aklımı meşgul ediyordu ki  her sabah yaptığım gibi, uzun bir yürüyüş için merkeze doğru yönelmiş belediyenin düzenlediği Onkolog Uzmanlar tarafından Göğüs Muayenesi Kampanyasına katılmaktan kendimi alamamıştım. Eliyle muayene ettiği anda yüzündeki ifade değişen genç, güzel kadın doktor -ismi gibi- hayatımı kurtaran bir melek oldu.

O akşam tam 1 saat ultrasondaydım. Uzman gözlerini kocaman açmış ekrana bakıyor, ağzından bir tek kelime çıkmıyordu. Bir saat sonunda bana tek söyleyebildiği “sağ göğsünüzde hiçbir şey yok” oldu.

“Sol göğsünüz için, bir onkolog doktorla görüşmeniz gerekecek” dediğinde bir şeylerin tahmin ettiğimden de ciddi olduğunu anlamıştım. Belirsizlik onkolog doktorun yaptığı biyopsinin sonuçları çıkıncaya kadar sürmüştü. Sonuçlar temiz değildi. Teşhis göğüs kanseriydi.

Bütün doğum senaryosu altüst olmuştu. Bu haberi, ilk öğrenmek zorunda kalan eşim olmuştu. Zavallıcık beni kaybedebileceği endişesini derinden hissederken belki de hayatının en zor saatlerini yaşamıştı. Beni oturtup buz gibi elleriyle ellerimi tutarak durumu bana söylediğindeyse ağzımdan çıkan ilk söz “N’apalım?!” olmuştu.

Tuhaf bir korkusuzluk kaplamıştı içimi sanki. O anda, aklımdan geçen ilk şey şuydu: “Böyle bir hastalığa yakalandıysam, muhakkak ki bu aşamada onun da bir tedavisi olmalı. Ne gerekiyorsa, bana ne derlerse onu yapacağım. Yeter ki iyi olayım. Çünkü çocuklarım var. Daha yüzünü görmediğim bir bebeğim var”.

Hiçbir zaman “Neden ben? Ne kadar şanssızım! Ne kötü bir kaderim varmış!” diye isyan etmedim. “Çocuklarıma ne olacak? Onları kim büyütecek?” diye paniğe de kapılmadım. Aksine “Neden ben?” diye isyan etmenin ne kadar da bencilce olduğunu düşündürmüştü bu olay. Sanki böylesi hastalıklar hep başkalarının başına geliyordu da biz hikayelerini masal gibi dinliyor çok geçmeden de unutuyorduk. “Bugüne kadar nasıl bir mücadele verdiklerinden bile haberdar olmadığım bu insanlardan biri de neden ben olmayayım?” diye hiç düşünmemiş olduğuma şaşırdım. Halbuki böyle bir ihtimal her zaman vardı, herkes için vardı. Çocukluğumuzdan beri beynimize kazınmış bir slogan sürekli yankılanıyordu beynimde: “Erken teşhis kanseri önler!”. O kadar geç kalınmış olamaz, diyordum kendi kendime.

Karnımda her geçen gün büyüyen minicik yavrunun bana verdiği müthiş enerji miydi, yoksa yaşadığım büyük şokun etkisiyle beynim uyuşup da olayları idrak etmem mi zorlaşmıştı bilemiyorum gerçekten. Tarif edilemeyecek tuhaf bir duygu kaplamıştı içimi, ölümü ve ölmeyi hiç düşünmedim. O an sanki buna inanmak ya da inanmamak benim elimdeymiş gibi geliyordu bana ve ben, en kara senaryolara saplanıp kalmak yerine, bu savaşı kazanacağıma inanmayı tercih etmiştim.

Şaşkın şaşkın bakıyordum etrafıma; Sevgilim, ailem, doktorum, herkes benden daha üzgün, daha çaresiz görünüyorlardı. Beni sevenler ne yapacaklarını bilememekten benden çok yıpranıyorlardı. Zaman zaman “Ama ben hiç korkmuyorum!” diye haykırmak geliyordu içimden, bana acıyarak bakanların yüzüne. Göğüs kanseri teşhisi konduğunda bebeğim 32 haftalıktı.

Onkolog ve jinekoloğum, benim tedavimi olabilecek en kısa sürede başlatabilmek uğruna, bebeğime ancak  kuveze girmesini gerektirmeyecek kadar asgari sürenin tanınarak doğması gerektiğinde anlaşmışlardı. Ona kıyabildikleri zaman yalnızca 2 haftaydı. Bu süre sonunda 34 haftalık bebeğim gelmeyi planladığı zamandan çok önce doğurtulacaktı. Bir bebeğin gelişimi açısından, anne karnında geçirdiği bir günün, anne karnı dışında geçirdiği bir günle hiçbir şekilde kıyaslanmayacağını; fazladan bir tek günün bile onun hayatında ve sağlığında çok büyük rol oynadığını biliyordum. Ama bizi sıkıştıran bir etken vardı ki, hamile olmam, karnımdaki bebekle tomografi gibi tetkiklerin yapılabilmesine izin vermiyordu.

Kanser teşhisim konmuş olsa da,  doktorlar bile hastalığın ne aşamada olduğunu bana söyleyemiyorlardı. Bize en karamsar tablonun dahi çizilip gözümüzün korkutulduğu, bu belirsizlik günleri diyebilirim ki hayatımı(zı)n en zor günleriydi. Kötü birşeyler oluyordu içimde ama neydi bu ve ne kadar kötüydü, kimse bilmiyordu.

Ama benim yüreğimde, “acaba geç mi kalındı?” korkusuna baskın gelen başka bir duygu vardı. Benim bir an önce yapmam gereken tetkikleri yapabilmem uğruna, daha 2 kilo bile olmayan bebeğimin bu kadar erken doğmak zorunda olmasından açıkçası suçluluk duyuyordum. Çünkü içimdeki o korkusuz yürek ferahlığı madem ki durumumun o kadar da geç kalınmış olmadığını fısıldıyordu bana, o zaman bebeğim neden o kadar erken doğsundu ki?

Sürekli bunu düşünüyor, geceleri uyuyamıyordum. Tetkikler yapılıp da sonuçta bana hiç de panik olunacak bir durumumun olmadığını söyleyecek olurlarsa, bebeğimin benim uğruma erken doğmuş olmasından duyacağım suçlulukla, bu habere sevinemeyecektim bile. En sonunda  içimi rahatlatıcak kararı verdim; jinekoloğumla konuşup doğumu 2 hafta daha ertelememizi istedim. Her ne kadar bana hak verse de; artık bu kararın yalnızca bebeğin doğumuyla ilgili değil aynı zamanda da annenin sağlığıyla (belki de hayatıyla) ilgili olduğunu hatırlatıp onkologla görüşmeden tek başına karar veremeyeceğini söyledi.

Onkolog iki haftayı çok buldu; pazarlıkla 1 hafta daha erteleyebildim! Doğum 35. haftanın sonuna planlandı.

Artık herkes elimden gelen fedakarlığı yaptığımı söylüyordu. Bundan fazlası belki de benim kaderimle oynamaktı. Bana kalsa 1 hafta daha beklerdim ama… bana kalmadı karar.

Jinekoloğum, biliyorum ki üzülmeyeyim diye, “merak etme, bebek 2 kilo civarında olacak” diye beni avuturken, 35 haftalık minik oğlum 2.500 gr. doğarak herkesi şaşırttı. Sağlıklıydı, kuveze girmesi gerekmedi. Doğumdan 1 hafta sonra tomografiye girdim. İlk iyi haber; göğsümdeki kitleden başka bir yerde hiçbir şeyin bulunmamasıydı. Aldığım kemoterapiler sonrasında göğsümdeki kitle tamamen yok olmuştu. Ameliyatla biyopsi için bir parça alındı yalnızca. Bundan az kayıpla kurtulunamazdı.

Hayat bizim için sandığımızdan da kısa hesap edilmiş olabilir. Bunu kimse önceden bilemez. Herşey yolunda giderken, bir sabah kalkıyorsun, bir telefon geliyor, bir haber alıyorsun ve artık hayatın istesen de eskisi gibi olamıyor. Hayatın kıymetini ancak elimizden almaya kalktıklarında anlıyoruz, sağlığın da öyle. Birden herşey kendi irademizin ve kontrolumuzun dışında hızla değişiveriyor. İşte o zaman bambaşka bir gözle bakıyorsun hayata dair herşeye, sevdiklerine, yaşamak istediklerine, yapabildiklerine ve yapamayacaklarına. Sevdiklerinizle birlikte olamadığınız anlara hayıflanmakla zaman kaybetmenin anlamı olmadığını idrak edin artık. Hayatta birlikte geçireceğimiz ne kadar zamanımız kalmış olursa olsun, o zamanın ayırabildiğiniz kadar çoğunu sevdiklerinizle, özellikle çocuklarınızla geçirmenizi tavsiye ederim. Durumunuz ne kadar vahim olursa olsun, uyandığınız her güne size fazladan bağışlanmış yeni bir gün gibi bakın!

Çocuklarınıza paylaşılmış güzel günlerin anılarından güzel hediye olabilir mi?

Başından geçenleri gülümseyerek anlatabilenlerin, her şeye rağmen hayatlarına kaldıkları yerden -hatta daha da çok değer vererek- devam eden, hiç yılmayan kadınların hikayeleri, bana  ne kadar iyi geldiyse, beni yüreklendirdiyse; istiyorum ki benim hikayem de birkaç kişiyi yüreklendirsin ve umutsuzluk kuyusuna saplanmaktan kurtarsın.”



9 thoughts on “Yazmalı insan, paylaşmalı”

  • Papatya hanım sevgiler,
    Ben burcu eröz 30 yaşındayım şuan istanbul teknik üniversitesinde bir uzmanlık programına devam ediyorum. Sunum ödevim için sınıfın geneli hanımlardan oluştuğundan ve farkındalıklarını arttırmak ve yüreklerine bu konuyu işlemek için meme kanserini anlatan bir sunum yapaya karar verdim.
    Bu sunumu başlatatırken izninizle sizin o güzel kaleminizden çıkmış o muhteşem azim dolu hikayenizi anlatmak istiyorum.
    Birde bu hikaye
    farkındalıklarını arttırmak adına sizden küçük bir ricam olacak. Eğer kabul ederseniz inanın bu sunumum gerçekten görevini tamamlamış olacak.
    Sunumumu sizin 10 snlik bir mesajınızla bitirmek istiyorum. Bana kendinizin videoya aldığı bir kesit gönderenizi rica edecektim. 22 kişilik bir sınıfta onlara söyleyebileceğiniz küçücük bir mesaj hayatlarını değiştirebilir. Sizin gibi kalemi kuvvetli ve insanları bilgilendirmeye, paylaşıma açık biri olduğunuzu düşünğüm için sizinle irtibata geçtim.
    Bu konuda yanımda olursanız çok mutlu olucam.
    Sizden hasretle o anlamlı videoyu bekliyorum. Şimdiden teşekkür ederim. Saygılarımla
    Bu arada 26 nisan günü sunumum gerçekleşecek
    Facebook hesabınızada bu mesajdan bir tane attım. mail adresim sizde mevcut.

  • Papatya’cım,
    başkaları belki senin hikayeni ilk duyduklarında şaşırmış olabilirler….ama ben şaşırmadım. İlk defa herkesle birlikte duyduğum daha önce haberim olmadığı ve yanında olamadığım için üzüldüm, kendimi suçlu hissettim ama süreci yaşayışın bana yıllar önce tanıdığım Papatya’yı iyi tanımış olduğumu gösterdi…sen hep böyleydin, umut dolu ve güzelliklerin kıymetini bilen, bu güzelliklerin peşinde emek harcamaktan yorulmayan, hayata ve onun güzelliklerine inancı tam…karşılığında hayat da sana aynı şekilde yaklaşmış sanki, bir ara küçük bir viraj çıkmış karşınıza….ama sanki sana göz kırpmış, bak deli kız al sana hayatın kıymetini anlama fırsatı demiş….konuşmak kolay diye düşünmediğini biliyorum, seni tanıdığımı sanıyorum…:) Ayrıca ben de 5 haftalık hamile olduğumu ağır bir trafik kazası sonucunda acil serviste öğrenmiş ve geçirilen birdizi ameliyattan sonra çocuğun etkilenmediğini öğrenmek için 4 ay beklemiş bir anne olduğum için biliyor ve anlıyorum seni….Pazar günü de benim yeniden doğuşumun yani kazadan kurtuluşumun 14. yılıydı…inan bana hayatı daha iyi yaşamak için ödediğimiz minik bedellerdi bunlar, geçti gitti, geriye yaşam sevinci kaldı….Seni saygıyla kucaklıyorum bu süreçteki deneyimini yazmayı tercih ettiğin için…ve de çok çok öpüyorum güzel arkadaşım.
    Figen Seyhan Öztürk (1992 dans grubu)

  • Benim en zor gunlerimde ne cok destek oldun, nasil bana umut verdin hic unutmadim ve unutmayacagim. Tanidigim en muhtesem ve guclu annelerden birisin, daha uzun yillar boyu sevdiklerinle beraber olacagin bir hayat diliyorum sana Papatyacim.

  • inancın gücüdür bu “çocuklarım var “inancı hayata kafa tutma gücü veriyor ,ne güzel anlatmışsın kendini Papatya satırlarından akıyor güç ve hayata tutunuş güzel günler göreceğiz mavilere süreceğiz bisikletlerimizi 🙂

  • Canım benim allah sana bir daha hiç bir zorluk göstermesin sevdiklerinle birlikte sağlıklı uzun ve mutlu yaşa. Seni seviyorum güzel Papatyacığım.

  • Papatyacım çok zor günler geçirmişsin allah seni sevdiklerine bağışlamış, bundan sonra yavruların, eşin ve sevdiklerinle beraber sağlıklı ve uzun bir hayat diliyorum.İnanıyorum ki yazdıkların bir çok kişiye de umut ve güç verecek..

  • Papatyacigim yazin cok guzel , ben kanser hastalarinin tadevilerinde enbuyuk etkenlerden birinin moralarinin yuksek olmasini duymustum, hatta malesef yillar once kan kanserinden vefat eden bir izmirli genc kizimizin gunlugunu okudugumda acikca gordum, kiz amerikaya hayrandi ve hastaligi ilerlediginde ailesi hem en sevdigi yere gitsin hemde hastaligi tedavisi olsun diye amerikaya goturuyorlar, kizin sevincini moralini yazilarinda goruyordun ve mucize bir sekilde kiz iyilesti, ve sonra ne oldu, kiz iyilesip normal hayatina istemedigi sartlara ve sehre gelince kizin hastaligi tekrar nuksetti ve bu sefer zamanlari olmadi ama hastaliginin son zamanlarinda yazdigi satirlari okudugumda moralinin ne kadar kotu oldugunu inancinin yitirdigini gormustum .. herkesin hayat ile tecrubesi cok farkli, sen belkide en zor zamanda en zor anlarini hem pozitifligin hemde cevrendeki insanalrin sevgisi ve destegi en onemlisi bence karnindaki bebegine vermek istedigin yasam gucunle atlatmissin bu cok guzel birsey seni kutlarim sana her zaman boyle guclu bir hayat dilerims evdiklerinle.. ama .. insanlar oflayabilir puflayabilir ,, isyan edebilir .. insanlar paylasmali bu onlarin ne hayatlarini durduklari ne mucadelelerini durduklarini yada hayatinin tadini cikarmadikalri anlamina gelmez .. bu sadece duygularin bir yerden patlayisidir ve bence ISYAN, ACI CEKME bunu dile getirme .. kizmak .. eger anlatiliyorsa, arada espiriye bile konuyorsa insan icin iyidir ..kimse pozitif oldugunu gostermek zorunda degildir, pozitiflik insanin kendi yasamina yansir soylenmesede .. bazen hicbir destek olmadan icine dusunulen duygusal bosluklar, tacizler ..hicbir saglik sorunu olmayan insanda ciddi sorunlar yaratabilir psikolojik olarak baslar ..vucuduna kadar girer ..ozellikle yaninda cevresinde kendisine destegi, olmayan surekkli uzun sure savas icinde kalan insanlar .. hele anneler .. butun yasadiklari zorluklar cocuklarina yansimasin diye cirpinirken iclerini yavas yavas eritirler.. o yuzden diyorum, cevresinde kendisini seven, destekleyen bir esi ailesi cocuklari olanlar , bunun tadini cikarsin kucuk seylere uzulmesin, cunku hayatlarindaki en guzel seye sahipler .. ben sana ve ailene daha nice uzun omurler diliyorum .. sevgiler

  • Ne kadar içten anlatmışsın Papatya cım Allah bir daha göstermesin. Seni o güzel yavrularına bağışlasın daima

  • Yaşamak şakaya gelmez büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir