Özlenmek, kavuşmak ve işi Bergamot’la tatlıya bağlamak
Özlendiğini bilmek güzel bir duygu elbette. Demek varlığın birilerinin hayatına birşeyler katıyor ki yokluğun fark ediliyor. Demek ki sevilmişsin ve yakınlarda bir yerlerde değilsen özlenmişsin. Özlediğine kavuşmanın coşkusu sadece “Hoş geldiniz!” sözlerinde kalmıyor da gözlerdeki ışıltıdan size yansıyor ve sevgi dolu bir kucağa atılırken kulağınıza fısıldanıyorsa, ne mutlu size… Biz bu duyguyu oldukça yoğun yaşıyoruz; Girit’teyken İzmir’de, İzmir’deyken de Girit’te bizi özleyen birileri hep var. Bunca yıldır buradan oraya oradan buraya gitmeye, ayrılıp kavuşmaya alıştık diyeceğim ama… pek de alışılmıyor aslında. Ne kadar çok yıldır aynı şeyi yapıyor olsa da insan; her ayrılık, birlikte geçirilen her *son gün* ister istemez bir burukluk bırakıyor yüreklerde.
Her sene bunu yaşasak da yüreğimizde yine aynı buruklukla ayrıldık İzmir’den. Bu kez başka duygular da vardı işin içinde. Hayatta olayların akışı bazen beklenmedik kararlar vermeye zorluyor insanı. Neye niyet neye kısmet. Yaz sonunda Girit’ten ayrılırken bu otları, peyniri, denizin mavisini ve güneşi çok özleriz diyorduk; bambaşka memleketler hatta başka kıtalar vardı aklımızda. Hayatta hiçbir şey hayal etmek kadar kolay değil. Hayal etmeden de olmuyor tabi ama işin iç yüzü beklendiğinden çok başka olabiliyor. Bir başka memlekete gitmeye karar verecek cesareti toplayabilmek için belki de bir ömür boyu bekler bazıları. Bizim içinse olabilecek en kolay çözümdü eşyalarımızı toplayıp Girit’e dönmek. Aslında kaç kişiye nasip olmuştur ki İzmir’deki aynı adresten Girit’teki aynı adrese *ikinci defa* taşınmak 🙂 Hem de bu iki taşınma arasında birinden diğerine “resmen” taşınmış olmadan; iki defa üst üste aynı yönde 🙂 İlginç bir durum değil mi?
İşte burada, Girit’teyiz yine. Erguvanların(*) en çoşkuyla açtıkları zamanda kucağını açtı bize Girit. Sevenler bir bir geldiler ziyaretimize. Kiminin elinde minik bir sepet çiçek, kimisi bir kutu tatlıyla.
Denizin kokusuna, güneşin parlaklığına, zeytinyağının yeşiline, taze keçi sütüne, envai çeşit otlara ve bahçelerdeki limon ağaçlarına geri dönmüştük. Yapılacak ne kadar çok iş olursa olsun; sabah güneşli bir güne uyanmak, gülümseyerek ‘hoş geldiniz’ diyen komşunla selamlaşmak, yürüyerek denize ulaşmak, rengarenk pazarda herşeyi -bamyayı bile!- tek tek seçebilmek, kapıyı kilitlemeden çıkıp gidebilmek güzel 🙂 Bu yaz Maya’mla yine kumlarda oynayıp, – onu ikna edebilirsem – dalgalarla boğuşacağız. Sandalet, güneş gözlüğü ve şapkalar ayrılmaz parçalarımız olacak. Sokaklarda neredeyse her dili duyduğumuz bu diyarda, Türkçe yine *bize özel* bir dil olacak 😉
İzmir’in havası daha burnumuzun ucundayken, İzmir’den misafirlerimiz geldi. O kadar yeni gelmiştik ki “İzmir’den birşey ister misiniz?” diye sorduklarında söyleyecek birşey bulamadık. Kuru incir, kayısı, Türk kahvesi, kırmızı mercimek, ince bulgur, biber salçası stoklarımız hala yerindeydi. Daha yerleşemeden, tam anlamıyla “dandini hoppala” bir evde ağırlanmanın kusuruna bakmadı kimse 🙂 Hala bitmek tükenmek bilmeyen kolilerin eşliğinde güzel yemekler yendi, kahveler içilip sohbetler edildi.
Bütün bu koşuşturmalar arasında, sabahın köründe pazara giden Yorgo, kendisi kararsız kaldığı için beni arayıp asla hayır diyemeyeceğim birşey sordu:
– Pazarda bergamot buldum. Alayım mı?
Cevabım belliydi. 1 saati geçmeden bergamotlar evdeydi. Yapılması birkaç gün gecikti ama sonunda oldu BERGAMOT REÇELİ!
Evet, bunlar Yorgo’nun pazardan aldığı bergamotlar… Türkiye’de nerelerde, ne sıklıkta bulunabilir bilmiyorum. (İlk kez bu sene İzmir’de Bornova’da bir manavda görmüştüm. Burada kilosunu aldığımız paraya 1 taneciğini satıyordu. Reçel yapılacak birşeyin -tropikal meyveler gibi- taneyle satılması garip tabi, sonuçta yalnızca kabukları kullanılıyor!) Ben ömrümde ilk kez Girit’e gelince görmüş ve tatmıştım.
Aslında ailemizde reçelle en alakasız olan benim 🙂 Kendimi bildim bileli her mevsimde ne varsa reçelini yapan annemdir. Bu işi hem hakkıyla yapıp hem de ticarete dönüştüren de Bahar. Ben de arada sırada coşup da böyle değişik reçellere kalkışanım. Bergamotu daha önce 2 kere yapmış, hatta ilkinde ikincisinden de başarılı olmuştum (acemi şansı 🙂
İngilizlerin meşhur Earl Grey çayına hoş kokusunu veren bergamot…
Evin bileği kuvvetlisinden yardım istenerek, bergamotların kabuklarının renkli kısımları peynir rendesinde rendelenir.
Sonra kabuklar aynı portakal soyar gibi 4’e veya 6’ya bölünerek soyulur. (Ne yazık ki yenilmeyen iç kısımları atılır) Bu aşamada hassas bir tartıya ihtiyacınız olacak. Çünkü koyacağınız şekerin miktarını elinizdeki bergamot kabuklarına oranla hesaplayacaksınız.
Kabukları *kuru* iken tartıp bir kenara not ediyoruz.
>>> 2 kilo bergamottan >>>> 830 gr. kabuk çıktı.
Sonra su dolu bir tencerede kaynatıyoruz. Tencerenin suyu kaynadıktan biraz sonra kabukları süzüp tenceredeki suyu atıyoruz. Sonra yeniden su koyup kabukları tekrar kaynatıyoruz. Bu işlem kabuklardaki acılık gitsin diye, kabuklar yumuşayıncaya kadar 3-4 kere tekrar ediliyor.
Ben 3 kez suyunu döküp yeniledim. Kabuklar bıçakla kolayca kesilecek kadar yumuşayınca da ocaktan alıp süzdüm. Süzülmüş kabuklar şu şekilde görünüyorlardı:
Kabukları süzdürdükten sonra sıra şerbetini yapmakta.
Şerbet için, tarttığımız kabukların *1,5 katı kadar şeker* kullanıyoruz.
830 gr. bergamot kabuğu için >>> 1250 gr. şekeri 2,5 bardak suyla kaynattım.
Bu sefer bir değişiklik de yaptım. Elime başka bir tarif geçmişti. Bu tarifte bergamot kabuğu rendelerini atmayıp bir tülbentle kaynayan şerbetin içine atıyordu. Nikah şekerlerinden kalma bir küçük kese de aynı işi gördü.
Şerbet kaynatılıp soğutuluyor. Soğuduktan sonra içine bergamot kabukları atılıyor.
Şurubun içinde yarım saat kadar kaynattıktan sonra 24 saat şurubun içinde bırakıyoruz.
Ertesi günü bir taşım kaynattıktan sonra ateşten almadan önce içine 2 limonun suyunu ekliyoruz. Sıcakken kavanozlara taksim ediyoruz.
2 kilo bergamottan 6 tane 350 gramlık kavanoz dolusu çıktı.
(*) Erguvan’la ilgili ilginç bir şeyler okudum geçenlerde bloglardan birinde:
Bir efsaneye göre erguvan aslında beyazmış.İsa’ya ihanet eden Yahuda daha sonra kendini bu ağaca asmış. Bu intiharın utancından dolayı, erguvan çiçekleri bu rengi almış. Zaten İngilizce’de de ağacın adı Yahuda’nın ağacı anlamına gelen Judas Tree’dir. Türkçesi de Farsça’dan, rengini tanımlayan sıfattan gelmektedir.
Bizans İmpratorluğu ,erguvanların çiçek açtığı 11 Mayısta kurulmuştur.
Bu sebeple Erguvan, Bizans İmparatorluğu’nun resmi rengiydi.”
Cok renkli ve ilginc bilgilerle dolu,sanatci gozleri ve damagi ile secilmis, bir araya getirilmis tadlari iceren boyle farkli bir blog hazirladiginiz icin tebrik ederim.
Earl Grey tadi konusunda bir bilgi de ben ekleyeyim mutfak kulturumuzden kaybolmamasi dilegi ile…Antalya nin yerlileri bergamot kabuklarini rendeleyip guneste kuruttuktan sonra kendi earl greylerini onlari caya karistirarak dogal yollardan yaparlardi.Simdilerde kazinip “turizme kazandirilmamis”narenciye bahcesi kaldi mi bilemiyorum.Ama meshur narenciye recelleri ile unlu Yenigun markasinin rendelenmis bergamut kabugu kurusu sattigini gorup almistim Antalya garajindan.Halen markanin sitesinde adi geciyor ama stokta bulunmadigi yazilmis.
Selam,
Sitenizi severek okuyorum. Bergamut reçelini yaparken kabuklarını dilimledikten sonra kabuk içindeki süngerimsi kısmı da ince keskin bir bıçakla sıyırırsanız inanın reçel daha güzel oluyor. Birde gerek turunç gerekse portakal reçeli yaparken dışını çok fazla rendelemiyorum. Çok ince bir rende ile sadece asiti yok olacak kadar üstten çok ince bir tabakasını rendeliyorum. 2 gün soğuk suda (suyu bu süreçte 4 kez değiştirmek kaydıyla) bekletiyorum. Böylelikle o güzel renklerini muhafaza etmiş oluyor turunçgiller.
Sevgilerimle…