Kira Sarakosti’yle hayatın akışı üzerine söyleşiler
Hayat, bazen yokuş aşağı hızla inen bir araba gibi hissetiriyor kendini. Sağımdan solumdan bir daha geri dönmeyecek anlar akıp geçiyor. Bana hafifçe frene basmak kalıyor sadece…
Eskiden böyle miydi? Hayat bu kadar hızlı akmıyor muydu, bana mı öyle geliyor?
Koşuşturuyoruz, hep bir şeyler yapıyoruz da yine de hep başka bir şeyleri yapamamaktan şikayet ediyoruz. Eskiden, “o gün ne yapacağını” hatırlatacak ne cep telefonları, tabletler ne de facebook vardı. Şimdi yapacak bir işin, bir randevun varsa cebine kaydetmedin mi, facebook’ta “event” yaratmadın mı yandın! Cebinin şarjı bitse ve ya -mazallah!- internete giremesen vay haline; hiç bir randevunu hatırlayamaz, planlı hiç bir işini de yapamazsın.
Halbuki eskiden öyle miydi? Yapılacak bir işin, haftalar sonraya bir randevun mu var, bir çentik atardın takvime, her gün yaprak yaprak kopararak yaklaşırdın o güne. Yapılacak işler mi daha azdı, yoksa kimse kimseye randevu vermeden çat kapı gidiverir de işlerini hallediverir miydi anlayabilmiş değilim. Cep telefonları olmadan da randevuya vaktinde ve yerinde gidebilirdi insanlar. Şimdi o günleri kim hatırlar. Cep telefonsuz, internetsiz hayat sanki hiç yaşanmamış gibi davranıyor herkes. Şimdinin ev kadınları bile cep telefonsuz, lap topsuz, internetsiz olamıyor. Yaptığı yemeğin tarifini facebook’a koyup hava atacak ya… Eskiye nazaran hep işimizi kolaylaştıran, “sözde” bize daha çok zaman kazandıran makinalarla övünür dururuz hep: otomatik çamaşır makinaları, bulaşık makinaları, programlanabilen fırınlar, halıları yıkayan süper süpürgeler olmasaymış vay halimize-ymiş.
Eee, eskilerin bütün bunları elde yaparken harcadıkları zamanı biz kazanıyoruz da ne yapıyoruz o kazandığımız zamanda. Kimse elbisesini kendi dikmiyor, kazağını örenler azınlıkta, ekmeğini yapmak ekmek makinalarının işi olmuş, pastacılıkta bir hareketlenme var çok şükür! (Onu da internete borçluyuz, komşunun yaptığı şeker hamurlu şahane pastayı görünce “ben niye geri kalayım” diyor insan, haliyle…)
Eskiler eteğini de dikermiş, söküğünü de. Kazaklar sökülüp tekrar tekrar örülür başka başka sırtları ısıtırmış. Ramazan geldi mi güllacı, bayram geldi mi tatlısı, kandillerde lokması, helvası yapılırmış evlerde. Şimdi hepsi hazır alınıyor (yani parası olan alabiliyor). Çünkü parası olanın hiç(!?) vakti olmuyor. El emeği göz nuruna rağbet az. Kendi işini kendi gören daha da az. Her şeyin kıymeti de paranın satın alabileceği değer ölçüsüyle hesaplanıyor.
Eskiden yemeğinin başından ayrılmayan kadının yemeği de yanmıyor, çorbası da taşmıyordu. Zamane kadını da yemek pişerken, internette sörf yaptığı için kendini kaybedip bir kere daha yemeği yakmamak için cep telefonunda saat ayarı yapıyor. Yemeğinin başında durup pişmiş kokusu gelinceye kadar değil de internetten indirdiği en sevdiği şarkı cebinde çalmaya başladığında ateşten alıyor. Her şey bir telaş içinde, sabırsızlık had safhada. Nereye yetişeceksek? Nerede eskilerin çorbayı, muhallebiyi karıştıracak, dolmaları tek tek saracak, börekleri kat kat açacak, takvimi gün be gün yaprak yaprak koparacak sabrı?
İşte, bizim Kira Sarakosti de zamanın daha yavaş aktığı yıllardan kalma eski bir geleneğin kahramanıymış Ege’nin bu kıyısında. Artık unutulmaya yüz tutmuş. Çocuklar anaokulunda el işi faaliyeti olarak resmini boyamasalar benim ne görüp rastlayacağım ne de duyup öğreneceğim bir eski gelenek, anlayacağınız.
Ortodoks Hristiyanlar Paskalya Yortusundan 7 hafta önce oruç tutmaya başlarlar. Bu “Büyük Perhiz” boyunca et ve süt ürünleri ile yumurta tüketmezler, 7 hafta boyunca yalnızca bir kaç kere belli günlerde balık yiyebilirler. Balık dışındaki diğer deniz ürünleri (kalamar, karides, ahtapot vs.) serbesttir. İsa peygamberin vaftizinden sonra çölde tuttuğu 40 günlük orucu temsil ettiğinden adına “sarakosti” dense de aslında 7 hafta sürmektedir. Hristiyanların ruhen ve bedenen temizlendiklerine inandıkları ve “Καθαρά Δευτέρα” (Temiz Pazartesi) ile başlayan bu 7 haftalık orucun hesabını tutmak için yapılan sembolik bir takvimdir aslında Kira (Bayan) Sarakosti.
Kira Sarakosti, Yunanistan’ın pek çok bölgesinde, kağıt üzerine çizilmiş, 7 bacağı olan, ağzı olmayan bir bayan figürüdür. Kira Sarakosti’nin 7 bacağından her biri, Büyük Perhiz’in 7 haftasından birini temsil eder. Bu geleneğe göre, (Καθαρά Δευτέρα) “Temiz Pazartesi”yi takip eden her cumartesi Kira Sarakosti’nin bir bacağı, Paskalya yortusundan 1 gün önceki (“Büyük”) Cumartesi günü en son bacağı koparılırmış. Sakız adasındaki bir geleneğe göre; Büyük Cumartesi günü koparılan son bacağı katlanıp bir cevizin ve ya kuru incirin içine koyulup diğer yemişlerin arasına saklanırmış. Onu bulana şans getirdiğine inanılırmış Sakız’da.
Yunanistan’ın başka bölgelerindeyse Kira Sarakosti hamurdan yapılırmış. Zaten yemek niyetiyle değil de, bir çeşit takvim olarak kullanmak için yapıldığından hamuruna un, su ve bolca da tuz konurmuş, bozulmasın diye.
Başka bölgelerde kumaştan dikerler, içine pamuk doldururlarmış. İster kağıttan olsun ister hamurdan ya da kumaştan; hepsinin ortak yanları:
* Ağzı olmaz çünkü oruç tutmaktadır.
* Ellerini kavuşturmuştur çünkü ibadet etmektedir.
* 7 bacağı vardır. Paskalya gelinceye kadar oruç ve ibadetle geçecek 7 haftayı temsil eder.
* Genellikle boynunda ya da başında haç taşıyan, başı örtülü bir kadın figürüdür.
Doğruya doğru, günümüzde kimsenin haftada bir Kira Sarakosti’nin bir bacağını koparmakla uğraşacak hali yok. Yeni nesilde oruç tutanlar da, orucun hesabını tutanlar da azalıyor. Orucunu tutanlar da balık yenebilen belli günleri cep telefonunu kaydedip o sabah işine, okuluna giderken “bugün balık yiyebilirsin” mesajıyla mı hatırlar acaba?
Cep telefonları, bilgisayarlar ve internet olmadan öncesini düşünün. Kendi yapmamız gereken işlerin, hatırlamamamız gereken doğumgünü/yıldönümü gibi tarihlerin sorumluluğunu kendi icadımız olan makinalara atmakla aslında biz onların bağımlısı oluyoruz, onlarsız bomboş beyinlerle dolaşıyoruz. Bir insana sevdiğinin doğumgününü cep telefonunun ya da facebook’un mu hatırlatması gerekir? Takvimlere atılan bir çentiğin, elle yazılmış bir kelimenin her görüşte insanı gülümseten bir sıcaklığı yok mudur? Herşey modern, herşey programlı ve herşey duygusallıktan yoksun hala dönüşüyor.
Musevilerin dinlenme ve ibadet günleri olan Şabat, -geleneksel olarak- Cumartesi akşamı hava kararıp gökyüzünde 3 parlak yıldız belirdiğinde uğurlanırmış. 3 yıldız saymak için ailecek balkona koşan var mıdır hala diye merak ediyorum. Belki de herşey otomatik saat ayarlıdır ve zamanı geldiğinde bütün ışıklar yanar, televizyon, bilgisayar açılır ve “normal” hayata dönülür.
Türkiye’ye gitme tarihimiz belli olunca, annemlerin mutfağındaki, mahalle esnafının hediye ettiği takvimde o günün yanına “Papatya” yazmaları çok hoşuma gidiyor 🙂
Kira Sarakosti’nin bacaklarını birer birer koparacak, (şehrin ışıklarından ayırt edebilirseniz) gökyüzündeki yıldızları tek tek sayacak, takvimin günlerini yaprak yaprak koparacak sabırlar diliyorum…
Var Papatyacigim var hala teknolojiye tutsak olmayanlar ve keske onlar gibi yasayabilsek. Medeniyet adi verilen esaret zincirleri dunyayi mahfetmekte ve biz gun gectikce bunun sarhoslugu ile dogayi, icinde yasayan canlilari unutmaktayiz. Bilgisayarlardaki gibi sanal, sahte hayatlar yasamaktayiz 🙁
Yerli kabilelerden, ilkel adi verilen ama bizden cok ileri teknikler bilen halklardan bazi ogretileri ogrenip onlari kaydetmemiz lazim. Gelecekte onlarin bizi kurtarma ihtimali olduguna inaniyorum. Kurtaracak diyemiyorum, cunku gittikce batiyoruz 🙁
Ay takvimine ve aya bakarak gunlere karar vermeye gelince… Bizde de hep Bayramlarda o sorun yasanir ya, Diyanet isleri ince ince hesaplar, su gun Bayram der, Araplar baska zamanda kutlar zira ay o gun cikmistir derler ya… O misal 😉