Dolup taşıp kağıda dökülenler
“N’olur daha sık yaz” diyenler çoğaldı.
Bir ara ortadan kaybolup yüreğimden taşan bir yazıyla geri dönünce hem seviniyor hem de sitem ediyorlar. Hiç yazmadan geçip giden zamanı hatırlatırcasına. Ama olmuyor işte, “elimde” değil. Elim yazmıyorsa o sıralarda beynimde fırtınalar kopuyor demektir. Yazabilmek için önce fırtınanın dinmesini beklemek gerekir.
İzmir’den tatil dönüşünde ne kadar da çok şey vardı halbuki oturup yazacak, yazacak, yazacak-tım. Olmadı işte. Sebepler öyle çoktu ki; aklımı dağıtıp meşgul eden şeyler vardı ama günlük koşturmacadan artan vakit yoktu, ufaklık evdeydi vs. vs. Sebeplerim vardı ki yazamadım çünkü ben yazmış olayım diye yazamıyorum.
Yazmak nasıl bir şey benim için biliyor musunuz?
Duygular dibe vurduğunda onları dökmenin imkanı yok. Beni baş aşağı tutup sallamanız gerek ki cepte kalan bozuk paralar gibi dökülsünler. Ama gün geliyor öyle bir doluyor ki yürek, o zaman açık bırakıp gittiğiniz bir çeşme gibi taşmasına engel olmak mümkün olmuyor. Doluyor, taşıyor, akıp gidiyor gözlerinizin önünde baş edilemezcesine.
İşte o zaman kendiliğinden dökülüyor kağıda ifadeler. O anda yalnızca elimi kağıdın (klavyenin) üstüne bırakmak yetiyor. Arkası kendiliğinden geliyor. Öyle bir kendini kaybediş ki o sırada tek derdim yazmayı yetiştirmek. Ellerim bir cümleyi yazarken aklımda ötekine başlamak. Beynimin içinde taklalar atan binlerce kelime içinden en beğendiklerimi yakalayıp boncuk dizer gibi uyum içinde ardı ardına eklemek.
En sonunda arkama yaslanıp şöyle bir baktığımda biraz önce kafamın içinde nakışlar işleyen duyguların en sonunda ifade edilmiş olmasının verdiği huzur, rahatlama.
Böyle bir şey…