Çocuklara herşeyi öğretmeli
Çocuklara herşeyi öğretmemiz gerektiğine inanıyorum. “Herşey” derken; bu, etrafımızda hergün gördüğümüz en basit şeyleri de içerebilmeli bence. Hergün yediğimiz ekmek, soyup doğradığımız soğan, pazardan alıp dilimlediğimiz karpuz, bir çiçeğe konmuş arı, bir kelebeğin kanadı veya bir köpek yavrusunun minik patileri de olabilir. Bazı şeyleri biz, büyükler o kadar kanıksamışızdır ki sanki çocuklarımızın da aynı şeylerin zaten farkında oldukları yanılgısına düşeriz bazen.. ya da daha büyük yanılgıya düşüp, anlatsak da onların bizi “anlamayacağını” sanırız… ve çok yanılırız tabi ki!
Halbuki – bunu her geçen gün daha çok büyüyen, daha çok şey öğrenen ve dünyayı daha iyi anlayan kendi kızımda da görüyorum ki – çocuklar, sandığımız gibi yaşları gereği söylediklerimizi anlayamayacak kapasitede değil, tam tersine onlara ne verirsek almaya hazır, hatta her yeni bilgiye “aç” bir halde beklemektedirler. Öğrendikleri her yeni şey onlar için bu yepyeni dünyayı öğrenip anlamaya bir adım daha yaklaşmak demektir, yeni bir bilgiyle açılan yepyeni bir kapı, yeni ufuklar demektir. Öyle çok şey var ki etraflarında öğrenmek ve anlamak için.
Çocuklara “aman canım çocuktur, o ne anlar!” diye bir yaklaşımla yanaşmak bence çocuk büyütürken yapılabilecek en büyük hatadır. Aksine, o küçücük “can”ı da kendi kendini hergün yaratmak için çabalayan bir kişilik olarak görmek, işleri her iki taraf için de kolaylaştıracaktır. Hem çocuk kendinin gerçek anlamda “adam yerine konmasından” büyük keyif alacaktır, hem de onu yetiştirmek/geliştirmek/hayat yolunda elinden tutmak gibi gerçekten kutsal bir görevi üstlenmiş kişi, karşısında muhtaç ve aciz bir yavru yerine, kendi ayakları üstünde basmaya çabalayan, sadece fiziksel gücü bir noktaya kadar (şimdilik) sınırlı olan, küçük bir insanla birlikte olmanın keyfine varacaktır.
Çocuklara ne öğretmemiz gerektiğini bize öğretecek kılavuz kitaplara da gerek yok aslında. Sadece gözümüzü açtığımız her yeni güne başlarken biraz daha dikkatli olmak, ertafımızın farkında olmak yeterli. O gün ne yapıyorsak, ne alacaksak, ne pişirip ne yiyeceksek, işte bunların hepsi de birer yeni malzemedir çocuğumuz için.
Balkondaki saksıya ektiğimiz domates fidelerinin çiçeklerinden minik domatesler olacağını kızıma bir kere söylemem yetti. O şimdi, heyecanla yiyeceği ilk domatesin kızarmasını bekliyor. Aldığımız dondurulmuş tane mısırların aslında nasıl bir koçana dizili olduğunu görmek onu çok heyecanlandırdı. Balıkların nasıl kaygan olduğu, fesleğenin yapraklarına dokununca mis gibi koktuğu, karabiberin hapşırttığı, kahvenin yalnızca anne-babaların içebileceği kadar acı olduğunu kendi gözleriyle, elleriyle, diliyle ve burnuyla anladı!
Birgün buzdolabına koymadan önce, buz kalıbına doldurduğumu gördüğü, hatta dokunduğu suyun birkaç saat sonra hatırlayıp da tekrar baktığımızda nasıl kaskatı ve (çok soğuk!!) bir buz olduğunu yine minik parmağını dokundurarak anlamıştı. Şimdi arada sırada bana “anne, buz yapalım mı?” diye soruyor 🙂
Taze fasulye ayıklarken çocukları kendinizden uzak tutmak, tanelerle kabukları birbirine karıştırmamalarını sağlamak neredeyse imkansız değil mi? Siz ona/onlara “uzak dur şimdi, elleme, sen karışma!” dedikçe daha da cazipleşen bu işe bırakın karışsınlar… en fazla birkaç fasulyeyi feda edersiniz, ama bir de bakarsınız ki en sevdiği oyuncak bile onu böylesine hiç sesini çıkarmadan, meşgul etmeyi başaramamıştır. Özellikle içi iri tanelerle dolu, hafiften aralanmış bir kaç fasulyeyi önüne koyun da bakın, taneleri içinden çıkarabilmek için azimle uğraşacaktır.
Aslında etrafımızda, hele ki mutfakta öyle çok renk, öyle çok koku, öyle çok tat ve bir o kadar da ilginç fiziksel olaylar var ki… Kırılan yumurtanın içinden çıkan sarısı bir sürpriz gibi onları şaşırtırken, omlet yapmak için yumurtaları çatalla çırpıp köpük köpük yaptığımı görmek de ayrıca hayrete düşürüyor. Ben çırptığım kaseyi alıp, içindekini rahatça görebilmesi için onun seviyesinde tutuyorum hep.
Ben elimden geldiği kadar kokuyu ve lezzeti tattırıyorum kızıma. Mutfakta yanıma geldiğinde o sırada ne yapıyorsam… Limonun ekşisini, burnuna dayadığım tarçın kavanozunun mis kokusunu böyle öğrendi benim kızım. Soda şişesinden bardağa doldurduğum sodadaki baloncuklar, temizlendikten sonra kenarda bekleyen balıklar, su dolu bir tasın içinde yüzen çilekler eğlencesi oldu onun 🙂
Çocukluğu Belçika’da geçmiş Yunanlı bir arkadaşım yıllar önce birgün, Belçika’daki anaokulu çocuklarıyla ilgili birşey anlatmıştı. Aradan yıllar geçmesine rağmen hiç unutmadım bunu:
Belçika’daki anaokulu çocuklarına, yiyeceklerin ana malzemelerini ne kadar tanıdıklarını tespit etmek için bir test uyguluyorlarmış. Bu testin kapsamında, her çocuğa “bir balık” çizmesi söylenmiş. Çocukların neredeyse hepsi kağıt üzerine “kare” veya “dikdörtgen” şekiller çizmişler. Araştırma sonuçları göstermiş ki çocukların tabaklarında gördükleri yegane “balık” (!?) annelerinin arada sırada kızarttığı “balık kroket”ten ibaretmiş.
Bunu duyduğumda bana hiç de komik gelmemiş, hatta o çocukların balığı yalnızca bu şekilde tanıdıklarını düşünmek çok acı gelmişti diyebilirim. Belki de o gün bu anlatılandan öyle çok etkilenmiştim ki, – o zaman daha çocuğum olmasa dahi – karar vermiştim bir gün olacak çocuğuma balıkların “kare” olmadığını öğretmeye, en azından resmini çizebilecek kadar balığın gerçeğini görmesi, tanıması için elimden geleni yapmaya.
Benim kızım da; sebzeli pilavlarda, salataların üstünde gördüğü tane mısırların -konserve kutularında ya da dondurulmuş olarak- hep böyle tane tane varolduklarını sanmasın diye, pazarda mısır koçanlarını görür görmez, önce elimize alıp ne olduklarını anlattım. Sonra aldık, evimize getirip pişirdik. Düdüklü tencerede 10 dakikada hazırdılar. Bu arada pişen köftelerinin yanında bayıla bayıla yedi Mayacık. Hem de mısır tanelerinin bu koçanlarda “boncuk boncuk” dizili olduğunu biliyordu artık.