Alışkanlıklar ve itiraflar
Bloglar, ikinci keredir Yunan gazete ve dergilerine konu oluyor son günlerde. Blogların büyük bir hızla yaygınlaştığından, eskiden defterlerde tutulan günlüklerin şimdi dijital ortama taşınarak, bir bakıma her isteyenin her istediği konuda fikrini yazabileceği, dileyen herkesin de istediğini seçip okuyabileceği yepyeni bir sosyal ortam oluşturduğundan söz ediyor. Anlaşılan dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Yunanistan’da da “moda” olmuş blog sahibi olmak ve ister ismini saklı tutarak isterse de belirterek fikirlerini yayınlamak. En çok okunan blogların sahiplerine “neden bir blog açma gereği duydun?” diye sorulduğunda; kimisi “Yapacak başka birşeyi olmadığından” derken, bir diğeri “Hep başkalarını okuyordum, ben de bir tane açayım dedim” diye yanıtlamış. Bir başkası “Alışılmış iletişim araçlarının bize sunduklarının izleyicisi olmaktan sıkılmıştım. Olaylar hakkındaki fikirlerin yaratıcısı kendim olmak istedim” demiş. Bir blog sahibi “Amaç farklı fikir sahiplerine kendini ifade edecek ortam sağlamak” diye düşünürken, bir diğeri “içinde bir mesajla denize atılmış bir şişe gibi birşey” benzetmesi yapmış blog için, “denize atarsın, belki biri bulur, okur ve cevap verir sana”.
Okuduklarım içinde en çok ilgimi çeken de şu oldu: daha şimdiden 4 tane kitap basılmış bloglardaki günlüklerden. Bloglar aleminde olduğum şu kısacık sürede benim tanıdıklarım arasında, herhalde yakında kardeşim Bahar da, glutensiz tariflerini kitap haline getirecek. Kim bilir belki birgün aramızdan başka birilerinin daha kitap çıkaracağını duyarız. İtiraf edin ki vardır en azından aklınızın bir köşesinden bu fikrin geçtiği anlar 🙂 Zaman zaman öyle güzel tarifler ve fotoğraflar bir araya gelmişken aslında bunların bir de “elle tutulur” bir ortamda, kalıcı olmasını dilediğimiz anlar…
İsteyenen istediğini yazıp yayınladığı bir ortam da, düşünceyi özgürce ifade edebilmeye diyeceğim yok. Öte yandan, bu özgürlük çerçevesinde (aslında bir çerçeveye bile sığdırmak zor ya..) yazdıklarımızın kimler tarafından okunduğunu denetlememiz de pek fazla mümkün olamıyor tabi ki. Dijital ortamın imkanları nereye kadar bize bilgi verebilir bilemiyorum. Ama bazen hayatıma ait özel bir şeyden söz edecekken, bunu benim hiçbir zaman yüzünü bile göremeyeceğim bir “yabancı” tarafından okunmasının beni çok da rahat hissettirmeyeceğine karar verip yazdığım cümleden vazgeçtiğim de oluyor. Tek endişem, yeni nesil insanların “yüzyüze” iletişimin nasıl birşey olduğunu ancak büyüklerin hayat hikayelerinden bir masal gibi dinledikleri bir ortama dönüşmesi bu gidişin. İnsanların birbirlerinin yüzlerine bakmak yerine, evlerinde bilgisayarın ekranına bakarak, şahsa özel bir el yazısı yerine tek tip karakterlerle yazılan fikirleri okumaları. Utanılacak durumlarda bile, yüzünün kızardığının fark edilmeyeceğini bilmek, tabi ki insanları başka bir yolla söylemeye cesaret edemeyecekleri şeyleri bile rahatlıkla ifade edebilme imkanını sunduğu sürece, müdavimlerinin çoğalarak artacağı apaçık görünmekte.
Tabi, herşeyde olduğu gibi, olumlu ve olumsuz yanları beraberinde getiriyor. İtiraf etmeliyiz ki, bloglar olmasa, hayatımız da daha bir başka olurdu. Belki kimimiz daha çok okuyacaktı, kimimiz daha çok vaktini TV karşısında geçirecekti, kimi daha çok gezecekti. İster istemez bir bağımlılık yarattığı, hayatımıza bir renk ve heyecan kattığı da ortada 🙂 Bugün bloglarda okuduklarımız, hangimizin sonraki gün ne pişireceğini ya da sonraki hafta pazardan neler alacağını etkilemiyor ki? Benim etkiliyor mesela 🙂 İtiraf ediyorum… Ama memnunum bu etkiden, çünkü yepyeni şeyler de öğreniyorum. Hem de öyle deneyimler ki elimdeki kitaplardan ya da burada edinebildiğim dergilerden edinemeyeceğim deneyimler. Özellikle yurt dışında yaşayanlar bunu daha yakından hissederler. Hem oralı hem buralı olursunuz, bazen de ne oralı ne de buralı… Öte yandan “orayı”, oralının gözünden daha farklı bir gözle görme şansınız da vardır. Bir Alman mesela, bildiği bir malzemeyi bildiği büyük ihtimalle hep bildiği/ailesinden gördüğü şekilde pişirecektir. Oysa siz, o malzemeyi ilk defa görmüş olsanız bile, ondan daha yaratıcı olabilirsiniz 🙂 Ya eskiden beri bildiğiniz tarifleri, birgün o yeni “şeyi” kullanarak yaparsınız ya da onu alıp bildiklerinizin bir sentezinden yepyeni bir şey çıkartırsınız ortaya. Rus arkadaşımın bamyalara yaptığı gibi 🙂 En azından benim kadar yıldır Yunanistan’da oturan Rus uyruklu arkadaşım birgün bana bamyayı nasıl yaptığımı sormuştu. Rusyada tabi ki bamya yememişti, eşi de Yunanlı olmadığından, Yunanlıların nasıl yaptıklarını görmek de nasip olmamış demek ki… Ben “diğer zeytinyağlılar gibi, bol soğan, domates, bir de limon suyu koyacaksın” diye anlatırken, araya girip “öyle mi, bilmiyordum, ben de yalnız haşlıyordum onları” demez mi!? Bamyanın haşlanmışı nasıl olur düşünmek istemiyorum ama kızcağız ne yapsın, Rusyada bulabildiği sebzeler ya haşlanıyor ya da çorba oluyor.
Bunu inkar edemeyiz ki, bloglar sayesinde, en azından aynı konuya ilgi duyan insanlar birbirinden çok şey öğrenebiliyor. Oturduğumuz yerden, İtalya’da pizzayi nasıl yaptıklarını, Amerikan cheesecake’lerinin nasıl olduğunu, Fas’ta kuskusun, Israil’de falafelin nasıl yapıldığını öğrenebiliyoruz. Özellikle, orada yaşayıp da dilimizi konuşan birisinden öğrenme şansımız varsa… Hem oralı hem buralı olmaktan kastettiğim buydu. Çünkü bir başka gözle kıyaslıyor insan, başka bir kültürde yaşarken, bir başka gözle değerlendirebiliyor. En azından yeni birşey öğrenemese bile, büyük bir ders alıyor: herkesin herşeyi sizin gördüğünüz/bildiğiniz/yaptığınız şekilde yapmadığını anlıyorsunuz. Belki bu “farklılıkları” görmüşlük başka kültürlerde yaşayanların “ufkunu açıyor”, tabiri yerindeyse. Çünkü köyünden dışarı çıkmamış insan, diğer köylerde yaşayanların da aynı şeyleri pişirip yediklerini, aynı işleri aynı şekilde yaptıklarını sanacaktır. Halbuki başka köylere gitme imkanı olan başka köylülerin aynı sütten belki bambaşka bir peynir yaptığını görerek hayrete düşecektir, değil mi?
Girit’in nüfusu 500 bini geçmez. Ama, itiraf etmeliyim ki – 2. itiraf mı? 🙂 – İzmir’dekinden daha kozmopolit bir yapısı var. Bunda, Yunanlıyla evli yabancıların hiç de az olmaması bir yana, belli bir yaştan sonra çoluk çocuk ve iş derdi olmayıp da buraya gelip yerleşmiş yabancıların da katkısı büyük. Ben de, Girit’e geleli beri, her çeşit yaştan ve kültürden dostlar edindim. Zaman zaman birlikte yemek yaptığımız da oldu. Avusturyalı bir arkadaşımın domates sosu yapabilmek için, domatesi “rendelediğimde kabukların elimde kalmasına” hayran kalmış, tek bildiği yöntemin domatesleri sıcak suya atarak, kabuklarını soyduktan sonra doğramak olduğunu söylemişti! Ben de evlerinde muhakkak bulunan “rendeyi” bu iş için kullanmayı düşünmemiş olmasına şaşıp kalmıştım. Alman bir arkadaşımın evinde, “çatalla” kızartma yapmaya çalışırken, en sonunda dayanamayıp bir “maşa” istemiştim. Tabi ki evdeki tek maşa, altın kaplı çatal bıçak takımının servis maşasıydı. Onun şaşkın bakışları arasında kızartmaları dağılmadan çevirebilmiştim 🙂
Hala okumaya devam ediyorsanız 🙂 bu da en son hikayem: Giritte benden çok daha fazla yıldır yaşayan, o da Yunanlıyla evli bir Amerikalı arkadaşımın kızı birgün bize yemeğe gelmişti. O geldiğinde ben hala mutfaktaydım. Laf nasıl döndü dolaştıysa, ya önceki gün ne pişirdiğimden söz ettim ya da sonraki güne ne pişirmeyi planladığımdan. Kızcağız hayrete düşmüş bir şekilde sormuştu: “siz hergün mü yemek yapıyorsunuz?” Siz nasıl yanıtlardınız bu soruyu? 🙂 Biz tabi ki hergün yemek pişiriyoruz ama belli ki onlar pişirmiyorlar (ve ne yazık ki bu kızcağız da kendini öyle bir iş için hiç de sorumlu hissetmeyecek gelecekte. Çünkü anne örneği de öyle değil-miş, ben de öğrenmiş oldum 🙂
İtiraf ediyorum – 3 oldu! 🙂 – biz, hergün yemek yapıyoruz tabi ki… Ocağımızda, burada yayınladığım tarif sıklığında yemek pişiyor sanmayın. Her pişeni yayınlamıyoruz, çünkü bazı tarifler o kadar çok yapıldı, yazıldı ki… Bazı günler de işte böyle upuzuuuuuuuuuuuun yazıyoruz :)))
Buraya kadar ulaşabildiyseniz, tebrik ederim! Blogtan çıktık yola, vardık hergün yemek yapmaya 🙂 Herkese kucak dolusu sevgiler…