Madalyonun öteki yüzü

“Papatya ablacım,
yazılarını okudukça sana nasıl hayran oluyorum bilemezsin 🙂 ben de senin gibi bir anne olmak için elimden geleni yapıyorum, inşallah başarabilirim.”

Sevgili kardeşim Sedef geçenlerde bana böyle yazmıştı. Çocukları yanıma alıp bisikletle dolaşmama imreniyormuş. Kızını benim gibi yetiştirecekmiş. Güzel sözler, beğenilmek gurur verici tabi ki… Ama bir de madalyonun öteki yüzü var. Pamuk Prenses’in 7 cücelerle mutlu hayatını bilirsiniz. Şarkılar türkülerle onları uğurlayan Prenses’in her gün 7 çift çorap, 7 kilot, 7 gömlek, 7 pantolon yıkamak zorunda olduğunu; 8 kişilik yemek yapmazsa cüceler arasında kavga çıkacağını hiç kimse hesaba katmaz değil mi? İşte öyle bir şey.

Oğlum arkamda, kızım yanımda bisikletli fotoğrafımı herkes bilir artık. Maya’nın bisiklet aşkını da. Dario’nun bu işe dahil edilmesi de “imaj” açısından değil; basbayağı ihtiyaçtan mesela. Dario’yu bırakacak yerim olmayınca Maya’nın tura katılamayıp evde kalmasına gönlüm razı olmadığı için bulduğum bir çözümdü onu da yanıma almak. Bu onun da hoşuna gitti ayrı mesele. Ama yokuşlarda herkes yanımdan çita gibi geçip giderken, arkamdaki 13 kiloyla benim nefes nefese en geride kalmam, bütün mola noktalarına en son varmam pek de imrenilecek bir durum değil herhalde. Yok yok, yine de şikayetim yok. Yalnızca madalyonun görünmeyen yüzünde saklı bu detaylar da bir soluk düşünülmeli bence.

Çocuklara mümkün olduğunca özgürlük, seçme şansı, kendi işini kendi görme fırsatı vermenin bedelleri nedir peki? Kendine güvenen çocuklara sahip olmak! Güzel, amacım da bu zaten. Peki çocuk kendine güvenince onunla baş etmek kolay mı oluyor? İşte buna evet, diyemeyeceğim. Madem ki kendi hayatı konusunda çocuğu söz sahibi bir birey olarak sayıyoruz, aile içinde olağan çatışmaların yaşanmaması ihtimali nedir sizce? Çatışma da olur, basbayağı kavgalar da kopar. Hiç bir ev güllük gülistanlık değildir. Annenin tepesinin attığı, “kaçacak yerim olsa da gideyim” diye sabrının taştığı anlar da olmaz mı? Olur olur.

Çocuklarını parkta serbest bırakırsın, “başında durmaya gerek yok, kaydırağa da kendisi çıkabilir, demirlere de tırmanabilir” dersin; zaten gözün üstündedir. Buna rağmen kafanı bir an çevirip yanındakine iki kelime söyleyinceye kadar ortadan yok olan 3 yaşındaki çocuğunu (yüreğin sıkışıp ömründen 5-6 yıl eksildikten sonra) nasıl olup da uzaklaştığına akıl sır ermeyen bir mesafede  bulduğunda sinirleri alınmış gibi “nerdeydin annecim?” demekle yetinmezsin!?! Dövmeye, sövmeye gerek yoktur. Zaten bence bir işe de yaramaz. Çocuklarını korkutarak yetiştirenlerin çocukları zaten kendi başına böyle işlere de kalkışmaz. Ama özgürlük verdiğin çocuklar her zaman sınırlarını zorlamayı denerler; o sınırlar nereye kadar gidebilir diye merak ederler nedense 🙂 Bu bir annelik sabır testine dönüşür zamanla; bazen masada bıraktığın kahvenin içine kendi tabağındaki köfteleri koymaya karar verip annesine “hoş”?! bir sürpriz hazırlayan çocuğa en geniş yürekli anne bile “Aaa, ne iyi bir fikir! ben hiç düşünemezdim?!” demekle yetinmez elbet.

Diyeceğim annelik her geçen gün yeniden yeniden sınandığınız bir sabır testidir. Çocuğumu ayakta sallamam dediğinde onun kendi başına uyumaya alışması zorlu bir süreç olabilir. Kararlılık önemlidir. Bir kere emziği aldın mı “ama çocuk çok ağladı” diye üzülüp geri vermek olmaz değil mi? Bazen ağlamalar yürek paralayıcı olsa bile. Çocukların kendi kendine yemesine destekliyoruz. Yerlere dökülüp saçılan kırıntılardan bedel olarak söz etmiyorum bile. Doyuncaya kadar kendi başına yemesine izin ver, tabaktaki “ağlayan” lokma için yalvarmak da yok, tamam. Ama sevdiğini bildiğin yemekleri özenle yapıp sofraya getirdiğinde, daha bir lokma almadan “bunu istemem, onu sevmem” diyen çocuğa ne demeli? Önünde 20 tane arabası dururken ille de ortadan kaybolan kırmızı arabasını tutturan çocuğa n’apmalı annesi? Anneliğin her gün geçtiği sabır testinin çıldırma noktasına vardığı günler yok mu? Var! Az da değil. Çünkü “patlatırsın bir tane, susar, kuzu kuzu da dediğimi yapar” diyenlerden değilsin. Çocuğunu hor görüp sinsin istemiyorsun ya… İşte bu yüzden çoook sağlam sinirlere sahip olmak, anlayışın kapılarını ardına kadar dayamak, azıcık da rahat olmak gerekiyor bence.

Çevresel, ailesel etkenler de önemli tabi. Ben hep düşünürüm, “ben şimdi İzmir’de olsaydım hayatımız aynı mı olurdu?” diye. Buna kesin bir “Evet!” diyebilmek bence zor. Olumlu ve olumsuz yönde değişiklikler muhakkak ki olurdu hayatımızda. İzmir’de annemlerle aynı şehirde olmamız bizi ne zaman bir yere gidecek olsak “çocukları n’apıcaz?” derdinden kurtarırdı. Güzel! Ama anneanneyle 2 keçi vaziyetimizi yazmıştım 🙂 Bir de dededen, anneanneden fazlasıyla yüz bulan çocukların başedilmezliği ayrı bir yazı konusu olurdu başlı başına. Benim annem bildim bileli çocuk bakar. İyi bir cicianne olduğundan hiç boş kalmazdı. Daha evlenmeden önce iş arkadaşlarım bana “Ne şanslısın, çocukların olunca annen ne güzel bakar” derlerdi de ben kızardım. “Çocuk benim çocuğum olacak. Niye annem baksın ki…O baksın diye mi doğuracağım” diye düşünürdüm içimden. Eh, kader bu ya, öyle de oldu. Şimdi annemin ancak tatillerde gelip ya da biz gittikçe bakabileceği kadar uzaklardayım. Kendi çocuklarımı kendim bakıyorum. Muradıma erdim yani 🙂 Kısacası karışanım, görüşenim yok. Peki bunun da zorlukları yok mu?  Var elbet! Zaman geldi, yanımda ufaklıkla sabah kızımı götürdüm; öğlen yine küçükle birlikte gidip kızımı okuldan aldım. Yetmedi, Mayayı akşamüstü faaliyetlerine yine cümbür cemaat, bebekle birlikte götürdüm; getirdim. 2 çocukla alışverişe çıktım. Bir yandan yemek yaparken, biriyle oynadım, öbürünün okumasını dinledim. 2 çocuğu yanıma alıp denize gittim. Biri patenle biri bisikletle dolaşırken ayrı ayrı yönlere gittiklerinde hangisine bakacağımı şaşırıp “iyi ki yalnızca 2 çocuğum var” diye defalarca şükrettim. Her ikisinin de -nedense- hep aynı anda aynı şeyi istedikleri zamanlarda kopan savaşa, taraflar arasına barış elçisi olarak girdiğimde yumruklar da yedim, üstüm başım da boyalarla boyandı. Ah, böyle zamanlarda şu çocuklarla ayrı ayrı ilgilenen birileri olsaydı!!… ya da daha da güzeli evin diğer bütün işlerini yapan biri olsaydı da ben oturup onlarla bütün günümü geçirseydim, dediğim de olmadı değil. Ama öyle bir lüksüm de yok ne yazık ki… Kapıyı kapatıp çıktığımda arkamdan evi toplayacak birisi yok. Nasıl bıraktıysam öyle bulurum 🙂 Annemlerin buraya geldiği tam özgürlük günleri dışında hergün yemeğimi yapacak biri de yok. Şikayet etmiyorum. Yalnızca altını çiziyorum ki bunları da benim yapmam gerekiyor. Her işimi kendim yaptığım için de kendi hayatım hakkında TAM yetkiye ve seçme şansına sahibim. Hani kayınvalidenin yapıp da getirdiğin yemeği beğenmesen n’apacaksın durumu gibi. Hazır buluğuna mı sevinesin, yoksa o gün canının hiç de çekmediği bir yemeği yemek zorunda kaldığına mı? Çocuğunu da başkasına baktırdığında yapılan hizmete/iyiliğe ne derece müdahale edebilir ki çaresiz anne?

Bir de “etraf ne der?!” meselesine kafayı ne kadar taktığınıza bağlı. Etrafın ne dediği hiç de umurunda değilse annenin, işte o zaman gerçekten özgürce, dilediği gibi büyütür çocuğunu. Ama bu tuzağa düşüp de etrafa karşı kendini sorumlu hisseder, utanır sıkılırsa o zaman yandı!  Biraz kulak ardı etmeyi de öğrenebilmeli insan. Kendi duygularını bastırmaktan iyidir bence. Burası “geniş memleket” diye yazmıştım. Balkon yıkamayan, cam silmeyen milletten kim çıkıp da benim evimin temizliğine/pisliğine kusur bulacakmış? Bu da benim rahatlığım bu diyarlarda 🙂

Çocuklara kendini tam ifade edebilme özgürlüğünün bir bedeli de evin her an karmakarışık olma ihtimalidir (yoksa garantisi midir? 🙂 Buna ne kadar dayanabildiğinize siz karar verin. Bizim hayatımıza imrenen sevgili kardeşim, annemin bizim evi anlatan sözleri üzerine evimizin halini çok merak etmiş 🙂

Bir arkadaşımın 5-6 yaşlarındaki çocuğu, bir gün bize geldiklerinde evimizin doğum günü bahanesiyle en toplanmış halini şöyle ifade etmişti: “Papatya’ların evi anaokulu gibi!”

Annem de “Ev mi anaokulu mu belli değil. Sanki o ev yalnız çocuklar yaşasınlar diye var; onlar da evde sığıntı gibi kalmışlar” der bizim için. Evimizin yatak odaları yukarıda olduğu ve çocukların gözümün önünde olmasını tercih ettiğim için çocuklara ait her şey aşağıda salonumuzdadır. Aslında buna salon değil de İngilizcedeki Living Room gibi “Yaşanılan” yer demek daha doğru olur. Çünkü bizim yaşadığımız yerdir ve her zaman da yaşadığımız haldedir.

Benim gibi olmak istemen çok güzel sevgili Sedefcim. Kimse de seni tutamaz. Ama evin ortasında bir yazı tahtasına; baş köşede bir çocuk kitaplığına, ortalık yerde üstünde biraz sonra yemek zorunda kalacağın “hayali” çorbanın kaynadığı küçük mutfağa, ayağının takılıp devirdiği lego parçalarıyla dolu el arabasına, bazen yerdeki arabalardan basacak yer; kanapedeki oyuncaklardan oturacak yer bulamamaya, masanın altından topladığın kırıntıların anında yerini alan kağıt kırpıklarına, unlu ya da parmak boyalı ellerle ortalarda koşan çocuklara, aynı anda ikisinin de sana anlatacak çok önemli şeyleri olmasına, hangisine önce bakıp ne diyeceğini bilemeyeceğin zamanlara sabrın var mıdır?

Bazen sabrın sınırlarını taşıran bardağın son damlası için aşırı tepki verdiğimi düşünür çocuklarım. Şaşkın şaşkın bakıp sorarlar “Aman anne! N’oldu ki? Neden bu kadar kızgınsın?” O bardağın yavaş yavaş dolduğunu kimse fark etmez. “Çünkü ben de insanım” derim onlara. Sinirleri olmayan, çocuk bakmak ve eğlendirmek için programlanmış robotlar değiliz ya! Anneyiz, insanız. Her anne gibi duygularım bazen taşınması imkansızlaşacak kadar dolar ve taşar. Ama o gün ne olursa olsun, gece odalarına girip birer melek gibi uyuduklarını gördüğümde; sıcacık yanaklarına birer öpücük kondurduğumda kendimi öyle huzurlu hissederim ki her günkü koşuşturmacalar, döküp saçılan yemekler, kirlenen çamaşırlar, masanın altındaki kırıntılar, bütün salona yayılmış legolar/minişler/arabalar artık gözüme rahatsızlık veren şeyler olmaktan çıkar; çok renkli hayatımızın birer parçası olurlar.

Anlarım ki ben bu hayatı seviyorum.



4 thoughts on “Madalyonun öteki yüzü”

  • Gene de guzel boyle bir hayat ve iyi ki var o bocukler 🙂

    Kaliplanmis kisiligi ilk duydugumda cok sasirmistim. Ama okudugum kitapta sayfalar bir bir cevrildikce tum hayatimda gormustum. Ben buyudugumde boyle yetistirmeyecegim cocugumu desem de, bazen bakiyorum bizimki kendi kaliplarini kurmus bile! Bu gece portakal suyu sabah icilir kalibini kirmakti gorevimiz mesela 🙂 Bunu kacmak icin mi yapiyor, yoksa gercekten oyle kendisine odev bildiginden mi bilmem. Ama o zamanlarda ben mi kalip giydiriyorum diyerek sorgulamaya basliyorum kendimi.

    Salon bizde de ayni. Yasanan oda demek en dogrusu haklisin! Annemi arada cildirtsak da mutluyuz hepimiz bu sekilde 🙂

  • sevgili papatya ne kadar güzel anlatmışsın ANNE liği. annelik bu demek tam bir sabır taşı +bilgelik bütün torunlarım adına teşekkürler.

  • Biliyor musunuz, sizi iyi tanıdım ben. Bir gece oturdum ve yazılarınızı cepten okudum. Aslında yemek tarifi arıyordum. sonra kendimi alamadım okumaktan. Geçen nisanda eşimle Frankfurtan ilk uçağa atlayıp Kos’a kaçmıştık. Orada Türk olup Giritten gelenlerin işlettiği restaurantta yemek yemiştik. Simdi ben de bir blog yazmaya cesaret edebildim. ozgurtatlar.blogspot.com. Bu arada çocuklu hayatın bazen korkunç olduğu kesin. Hele de tam gun annelik yapmak.

  • bu yazıyla birlikte ben de meşhur oldum oh ne güzeeelll:)) gel gelelim yazıyı okurken yoruldum ben papatya ablacımmm:)) o yüzden sana tekrar tekrar hayran oldummmm…valla fotoları görünce cicianne az bile söylemiş dedimm:)) bu arada Mayanın minik mutfağı harika!!!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir